Ankara-Sokaklari

Belkıs Özener


Türkiye sineması, bir derya...Bu deryanın, değeri yeterince bilinmiş (hatta kimi zaman gereğinden fazla bilinmiş!) yıldızı da çok,hiç bilinmemiş yıldızı da.Değer bilmemek genel bir özelliğimiz.Yalnızca sinemada değil her alanda bu böyle.İlgiyi-sevgiyi hak etmiş yıldızlar-isimler; eğer her dakika ortada değillerse, sürekli olarak kendilerini öne çıkarmaya gayret etmiyor, her kapıyı her allahın günü çalmıyorlarsa, onları daha da çabuk geri plana itiyor, görmezden geliyoruz.

Belkıs Özener de bu isimlerin başında geliyor.Türkiye sinemasının bu sessiz ve isimsiz kahramanı; yaptıklarının, katkılarının çok az karşılığını gördü her zaman. Evet; şaşaadan uzak kalmak, sanatçının kendi seçimiydi. Bizzat Belkıs Özener'in kendisi; sinema ve müzik arasında kurduğu o mükemmel denge ile yetinmiş, bunun kendisine verdiği ruhi tatmin dışında pek fazla şeyle ilgilenmemişti. Bu da, özellikle görmezden gelmeyi marifet bilen Yeşilçam çevrelerinin işini daha fazla kolaylaştırmış, Belkıs Özener'i unutmak-unutturmak konusunda fazladan bir gayret harcanmasına da gerek kalmamıştı.

Çok genç yaşta evlenmesi, çocuk sahibi olması, Belkıs Özener'in neon ışıklarını,sahneleri, alkışları geri plana atma kararını kolaylaştırmış olmalı.Ülkenin en ünlü, en popüler isimlerinden biri olan Gönül Yazar ile aynı aileden olmak bile onu kararsızlığa itmemiş. Kız kardeşinin (ablasının) yaptığının tam tersini yapmış Özener.

1940 yılında doğan Özener, henüz 19 yaşındayken evleniyor ve uzun sayılmayacak bir zaman diliminde Benek, Bengü ve Barkın adlarını verdiği üç çocuğu oluyor. Bu durum; henüz 16 yaşındayken Tepebaşı'nda ilk defa sahneye çıkan sanatçıyı muhtemelen bir yol ayırımına getirip bırakmış olmalı: Şan-şöhret mi, aile ve çocuklar mı?.. Belkıs Özener seçimini ikinciden yana yapıyor. Yapıyor ama, müziğe olan tutkusu kolay baş edilebilir bir şey olmadığı için kararın verilmiş olması tek başına çok da anlamlı olmuyor.

Yaşamının her evresine derin bir şekilde sızmış olan müzik tutkusu, Belkıs Özener'i yeni arayışlara iter. Müziğin sürebilmesi için, aileden-çocuktan yana verilmiş kararı yerle bir etmeyecek bir biçim ya da formül bulunması gerekmektedir. O dönemin şartlarında kolay bulunacak bir yol yoktur. "Şarkıcı" dediğimiz, sahneye çıkıp ¨şarkı¨sını söylemek durumundadır. Elbiseler, kostümler, (şimdi vazgeçtik ama o zamanlar çok kullandığımız tabirle) "tuvaletler" için terzi terzi gezilecek, kuaför salonları şenlendirilecek, Stüdyo Taç ya da muadili bir fotoğrafçıda poz poz fotoğraf çektirilecek, çarşaf gibi gazino ilanlarında boy gösterilecek demektir bu da. Ama hemen olmasa da bir zaman sonra, Özener'in bulmak istediği formülün en mükemmelini Yeşilçam sunar sanatçıya. 60'ların ikinci yarısında "müzik", sinemamız içinde belirgin bir unsur olmaya başlamıştır. Bu durum da (çoğunlukla "ses"leri olmadığı için) şarkı söylemeyi beceremeyen yıldızların yerine şarkıları seslendirecek şarkıcıları arayıp bulma mecburiyetini doğurmuştur. Tek derdi şarkı söylemek olan Belkıs Özener'den daha iyisi yoktur bu iş için. Hem şarkılar tertemiz bir şekilde söylenecek, hem de bu şarkıları seslendiren isim Türkan Şoray'ın, Hülya Koçyiğit'in, Filiz Akın'ın, Fatma Girik'in önüne geçmeye çalışmayacak, ünlerini gölgelemeye niyetlenmeyecektir. Yeşilçam'ın firmaları ve oyuncuları, hayal dahi edilemez birini bulmuşlardır bu iş için. Öyle bir isim bulunmuştur ki; bu şahıs arkaya geçip şarkıları söyleyecek, sonra da ortaya çıkan "ürün"den hiçbir pay talep etmeyecektir. Böyle başlayan Belkıs Özener-Yeşilçam işbirliği; sinemamızın tam bir şarkılı-türkülü furyaya kendini kaptırdığı 70'lerin ilk yarısında en üst seviyeye ulaşır. Başta sinemamızın dört büyük yıldızı olmak üzere, hemen hemen her kadın oyuncumuz -her nedense- her filminde şarkıcı olmaya başlamış ve bu da şarkıları söyleyecek birilerine duyulan ihtiyacı sürekli arttırmıştır. Sinemanın patronları, kimi zaman tercihlerini Handan Kara, Nesrin Sipahi, Semiramis Pekkan, Kamuran Akkor ve benzerlerinden yana kullansalar da, dönüp dolaşıp kapısı çalınan yine Belkıs Özener'dir. Çünkü, diğer şarkıcıların büyük bir bölümü filmin jeneriğinde, ilanlarında fazladan bir yer kapmaya çalışmakta, (bazen haklı bazen haksız olarak) filmin yayacağı ışığın bir bölümünün kendilerinin üzerine düşmesini istemektedirler. Öte yandan, tek isteği jeneriğin herhangi bir yerinde "CD Şarkılarıı seslendiren: Belkıs Özener" gibi itiraz edilmez bir şey olan biri vardır. Böyle biri olunca da, en çok tercih edilen o olacaktır. Filmler arka arkaya çevrilir, şarkılar durmadan çınlar: Buruk Acı, Artık Sevmeyeceğim, Kıskanırım Seni Ben...

Hangi filme gitsek karşımıza "Buruk Acı" çıkmaktadır o yıllarda. Girip çıktığımız hemen her filmde; Türkan Şoray ya da bir başkası, bir yandan kendisine nefes aldırmayan gazino patronundan paçasını kurtarmaya, iffetini (ve elbette bekaretini) korumaya çalışırken, diğer yandan da genellikle bir çocukluk ya da mahalle arkadaşı olan Ediz Hun ya da muadili birine duyduğu aşkı deliler gibi beslemekte-koyultmaktadır. Bu yapılırken de sürekli olarak şarkı söylenmektedir.

Tüllere-pullara-payetlere sarıp sarmalanmış olan starımızın sahne şaşaası, ne yazık ki çekildiği söylenen aşk acısını bize yansıtmakta tamamen yetersiz kalır. Yetersiz kalmak ne demek, sahnedeki kadının havasına-tavrına bakılırsa böyle bir şey de yoktur, hatta her şey fazlasıyla yolundadır. Belkıs Özener'in "ses"i, işte tam da o zaman, artık film kendi hikayesini bile anlatamaz olmuşken imdada yetişir. Şarkı başlayınca o an onu görmüyorsak bile "zavallı genç" çocuğu düşünmeye başlarız. "ne olacak bunların sonu?", "Kavuşacaklar mı?" soruları sökün eder, mutsuzluk ve hüzün elle tutulur bir şekilde filmden üzerimize doğru yayılmaya başlar.

Filmin hiçbir karesinde görünmeden, yalnızca şarkı söyleyerek bir filmin "baş oyuncusu" olmak mümkün mü? Teorik olarak değil. Ama Belkıs Özener bunu başarabilmiş biri. Üstelik tam da "o şarkı"daki gibi oldu: "Üzülme sen meleğim, gün olur kavuşuruz..."

"Biyografiler" Sayfasına Geri Dön
 
12.07.2010 itibariyle,Toplam: 98493 ziyaretçi kişi burdaydı!