Ankara-Sokaklari
Keşke
Keşke...
Telefonu kapatır kapatmaz, haftasonu Bursa'ya gidebilmek için hazırlıklara başladı. İçinde ümitle ümitsizlik arasında gezinen biri vardı sanki… Üniversite öğrenimini gördüğü Bursa'ya, aradan geçen üç yıl sonra küllenmiş bir ateşin içinde kaybolan yüreğini bulmaya gidiyordu. Fakülteden arkadaşı olan Metin, arkadaşlıkları dostluğa dönüştükten sonra yazdığı mektuplarda onun kendisi ile bile paylaşamadığı bazı gerçekleri adetâ yüreğinin sesi gibi ifâde edivermiş ve bunun da ötesinde üstü kapalı da olsa, onu, duygularını açığa vurması konusunda teşvik etmişti.
Fulya da, Metin gibi üniversiteden sınıf arkadaşı idi. Onu gördüğü ilk gün, gözlerindeki o tılsımlı parıltı ile yüreği kamaştıktan sonra "sarı saçlarına deli gönlünün bağlandığını" farketmişti ama, ne zaman "söylemek istese gönlündekini", hep "diline dolanan ızdırap" olmuştu. İlk önceleri aralarında ılık bir şeylerin doğduğunu hissettiği Fulya, insanın içinde adetâ zemheride güller açtıran tebessümünü, bir başkası ile paylaşmıştı sonra… "Keşke…" duygusuyla, "eyvah…" nidâsı arasında bölünmüştü yüreği o zamanlar… ve İzmir'de işe başladıktan sonra kendi deyimi ile kalbini kilitleyip anahtarını da körfeze savurmuştu. Fulya'nın sohbetleri esnasında inkâr edip "öz kuvvet" ismini verdiği ruhunu, uzun süre dinlendirme ihtiyacı hissediyordu.
Ama son gelen haber… Yüreğine zar zor kabul ettirdiği gerçekler, Metin'in telefonu ile hükmünü kaybetmişti. Fulya'nın ailesi, kızlarının birlikte olduğu Tarkan'la bir ömür boyu beraber olmasına izin vermemişlerdi. O da o uçuk haline ve hep birşeylere başkaldırmaya alışmış âsi tavrına rağmen, ailesine karşı gelmemişti. "İşte sana yüreğindeki o koskocaman 'keşke'den kurtulman için fırsat… Bu sefer… Bu sefer kaçırma treni…" diyordu Metin telefonda heyecanlı sesi ile… O âna kadar, "derman olur diye kimseye söyleyemediği derdi"ni artık apaçık bir şekilde sevdiğine haykırmak ve ne olursa olsun sonucuna katlanıp artık bu 'keşke…' duygusundan kurtulmak istiyordu.
Karışık duygular ve türlü düşüncelerle sabahın ilk ışıkları ile birlikte yola çıktı. Arkadaşının kendisini teşvik etmek için gönderdiği şiirler, doğu edebiyatına ait aşk hikâyeleri geçiyordu yüreğinden….
" Ülkenin birinde bir delikanlı yaşarmış. Yıllarca kendisi için yaratılacağına inandığı şeyi bekleyip sadece ona aşık olmak ve ömrünün sonuna kadar onunla yaşamak istermiş. Ama bir türlü aradığını bulamazmış. Bu genç, yaşadığı evin yakınlarındaki bir tepede her gece yıldızları seyredermiş. Gecelerden bir gece o milyonlarca yıldız içerisinde bir yıldız, ona çok parlak gelir ve o geceden sonraki her gece yıldızı takip etmeye başlar. Günler, daha doğrusu, geceler geçtikçe yıldıza "âşık" olduğunu hissetmeye başlar. Yıldızı seyretmek, ona yetmemektedir. Genç, artık ona ulaşmak arzusundadır. Gecelerden bir gece, yıldıza ulaşmak için kendini tepeden aşağı bırakıverir ve bırakır bırakmaz, yükselir, yükselir, yükselir… Yolu tam yarılamışken veya yarılamak üzere iken, birden, içinde, "acaba ulaşabilecek miyim?" diye bir şüphe uyanır ve bunun ardından, hızla yere çakılır…
Kıssadan hisse şu ki… Hepimiz zaman içerisinde gönlümüzdeki bir takım duygulara 'aşk' demişizdir. İşte gerçek âşıklar, o yıldıza ulaşabilenlerdir."
Acaba yıldızına ulaşabilecek midir? Yüreğinde büyüyen bu sıcak muhabbet, aşka ne kadar yakın, aşktan ne kadar uzaktır? Sorular, yumak olup yüreğine bir ur gibi yerleşirken üç yıl önce yaban ellerde bıraktığı nazlı gülünü, bıraktığı gibi bulmayı ümid ediyordu. Aşkın, fedâkârlıklar ve feragâtlar üzerine kurulu olduğunun farkındaydı. Ondan alacağı şeylerin değil, ona karşılıksız vereceği şeylerin varolduğunun farkına vardığı anda, sevdikleri için hayatlarını fedâ etmekten kaçınmayan âşıklar geldi aklına… "Onlar kim; ben kimim?" diyerek küçümsedi kendini… Sonra "seninle buluşmamız ne kadar güç olsa da, senden sadece beni sevmeni istiyorum." diyen bir şarkı takıldı diline. Ama hayır! Artık bu kadar platonik olmayacaktır. Zaten hep bu duygusallığı ve sevdiğini kendisine lâyık görmemesi yüzünden, sevdâsı, kırık bir hayâl gibi yüreğini yaralamaktadır. Bu içine dönük hali yüzünden gözünden bile sakındığı Fulya, duygusuz, sevgisiz, muhabbetsiz, içinde yaşadığı toplumun sahip olduğu mukaddes değerlerin hepsine düşman, taş kalpli biri ile tam iki yıl kaybetmiştir. Bu yüzden, Fulya'yı tekrar kaybetmemek için iyiden iyiye "gemileri yakmaya" karar vermiştir. Artık o, ifâde edilmemiş sevgilerin kurbanı olmayacaktır.
Bursa'ya varıp Metin'lerin evine yerleşir yerleşmez Fulya'yı aradı, ertesi gün buluşmak üzere sözleşti. Yüreği, sevdiğinin elinde çırpınan bir muhabbet kuşuydu o saatten sonra…
. . . . . .
Bir çay bahçesine oturdular. Birer bardak çay içimi zamanda bütün duygularını, bütün düşüncelerini, çekinmeksizin Fulya'nın sımsıcak gözlerine bakarak söyledi. İçinde, kilolarca ağırlığı uzun süre taşıyıp yerine ulaştıran bir hamalın huzuru ve rahatlamışlığı vardı adetâ… Sözleri bittiğinde Fulya'nın yüzünde mahzun bir ifâde belirdi:
"-Böyle bir şeyi senden her zaman bekledim Ömer… Hâttâ biliyor musun, ben de sana karşı birşeyler hissetmiştim. Ama keşke… keşke bütün bunları daha önce söyleyebilseydin… Bir ay önce annemler…"
Fulya'nın sesi titriyordu. Çantasından çıkardığı kağıt mendille gözyaşlarını silip derin bir nefes aldı:
"-Ben geçen ay sözlendim Ömer… İyi bir insan… Gerçi daha tanımıyorum ama… Ailem uygun gördü; ben de…"
. . . . . .
Kalktılar; yanyana fakat yürekleri birbirlerinden çok çok uzaklarda, durağa kadar yürüyüp birbirlerinden ayrıldıktan sonra Ömer'in kulaklarında Fulya'nın "inşa'allah mutlu olursun; çünkü bunu hakediyorsun." diyen müşfik sesi; beyninde ise lisedeki Edebiyat hocası Rahmi Bey'in sözleri vardı:
"Benim için 'keşke…' diye bir şey yoktur, benim için hep 'iyiki…' vardır."
"Hikayeler-Öyküler" Sayfasına Geri Dön